Curse of the Gods
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Katherine Swynford

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Katherine Swynford




Mesaj Sayısı : 7
Kayıt tarihi : 04/02/12

Katherine Swynford Empty
MesajKonu: Katherine Swynford   Katherine Swynford EmptySalı Şub. 07, 2012 4:44 pm

Ilık meltem rüzgarı havada salına salına yürüyor, narin ince dallı ağaçlara vurarak onları da teşvik ediyordu büyüleyici yürüyüşüne. Rüzgarı kırmak istemeyen ağaçlar oradan oraya savruluyor, köklerinden toprağa sımsıkı tutunarak istemeyerekte olsa hareket ediyor, yere düşen yapraklar kokusuyla can veriyordu semaya. Siyaha çalan grimsi bulutlar gecenin iki yakasından gelerek birbirlerine hasret duyan iki sevgili edasıyla yaklaşıyorlardı nazlı nazlı. Buluşmalarına ramak kala ay ortaya çıkarak ışığıyla doğaya merhem olmuş, ışıldıyordu. Gri bulutlar birbirlerinin kollarında hasret bularak göz yaşlarını yeryüzüne bırakıyor, suya aç kalan toprak çekiyordu içine yaşamını. Gök, kimseyi umursamadan gürlemeye devam ediyor, ağaçların ve doğanın sesi oluyordu. Elf kızı ise masmavi gözlerini dolunaya doğrultmuş, bembeyaz ışığın gözlerine girmesine izin vererek rengini daha çok ortaya çıkartmasına sebep olmuştu. Beyaz tenini okşayan ışık kızı olduğundan daha da canlı gösteriyor, akşam yıldızı adını verdiği kolye zarif boynunda ışıldayarak duruyordu. Kolyenin ışığıyla kıza vermiş olduğu güç vücuduna aşina olduğu sıcaklığın tadını tattırıyor, ne olduğunu hatırlıyordu bir kez daha.

Geniş gövdeli sağlam ağaçlara donatılmış ışıltılı evi geceyi kamaştırıyor, koruyordu elfini. Ağaçların büyük yaprakları ise evin üzerine örtülmüş, şefkatini bahşediyordu. Güzel kız ise ölümünü hayal ediyordu. Öldüğünde arkasından üzülüp ağlayacak kimse olmayacak, sanki hiç var olmamış gibi devam edecekti her şey. Yaratılışına da anlam veremiyordu aslında. Kendi yaşamına hiçbir katkısı olmadığı gibi çevresindekilere de hiçbir yararı dokunmamıştı. Avlanmada, savunmada oldukça iyiydi. Peki bunlardan başka neyi değerliydi? Yük olmaktan başka bir şeye yaramayan ruhu, sahip olduğu bedenden göçüp gitmek istiyor, uzaklara doğru süzülerek cehenneminin tadını çıkarmayı diliyordu. Cennetin tasvir edilen güzelliklerini hak edecek iyilikleri yapmadığından layık olduğu en iyi yeri cehennem olarak düşünüyor, ateşiyle ızdırap çekeceği günleri iple çekiyordu. Yeryüzünde çektiği acıyı dindirmek adına bir hışımla yerinden kalkmış, siyah cüppesini üzerine geçirerek atına doğru yola koyulmuş, dalları aşağıya inen ağaç yapraklarının yüzüne değmesine izin veriyordu. Ayın rengini alan beyaz atı sanki geleceğini önceden sezmişçesine kıza bakmaya devam ediyordu. Ata sahip oluş hikayesi de garip geliyordu Orelindé’ye. Kendini yeni yeni yetiştirmeye başladığı dönemlerde pek ısınamadığı kuzenleriyle birlikte antreman yapmak, avlanmak için sık sık aslında neredeyse günün ve gecenin her saati ormana giderlerdi. Kuzenleri sıkılıp yorulsa bile genç kız hiç pes etmiyor, onlar gittikten sonra ormanın karanlıklarına doğru yolunu tutturarak tanımaya çıkıyordu yeşil doğayı. Yeryüzünde karanlık, kötü bir taraf olmadığını çıktığı her keşifte bir kez daha görmüş, bunun farklı bakılan pencerelerden olduğunu anlamıştı. Yine geceye bürünüp ormanın harikalarıyla buluştuğu sıralarda kendi yeşilin, kahverenginin eşsiz görüntüsüne kaptırmış, gözüne çarpan her güzelliğe, her ilginçliğe dalıp gidiyordu sanki. Akrabalarının huzursuzluk veren varlıkları içinde yanıp gitmektense doğanın rengine sarınıp bütünleşmek ve bir daha geri gelmemek üzere gitmeyi can-ı gönülden istiyordu. Yaslandığı ağaca öylece yaslanırken biraz ilerideki çalılarda bir kıpırtı olduğunu hissetmiş, bakışlarını sesin geldiği tarafa doğru yönelttiği anda tam olarak olgun hale gelmemiş toy, ayın yeryüzüne ulaşmış bir parçası gibi bembeyaz bir at duruyordu. At ağzından derin derin nefes alıp verdikçe buharlaşan nefesi geceye karışıyordu. O anda hayvanı daha önce bile hep kendisine ait olduğunu hissetmişti. Unutamadığı anısından yüzyıllar geçmiş, halen daha ayrılamamıştı Eléssar adını bahşettiği dostundan. Zor düştüğü durumlarda, bunaldığında her zaman elf kızın yanında olduğu, canıyla kalbiyle bir olduğu için layık bulmuştu bu adı. Elflerin özgün dilinde sadık anlamına geliyordu bu sözcük. Aralarında hiç kimsenin tanımlayamayacağı bu görünmez bağ çekiyordu kendini hayvana. Eléssar’ın sırtına bindiği anda elini başında gezdirip okşamaya başlamış, avuç içlerinde hissettiği yumuşacık tüylere sevgisini aktarıyo gibiydi genç kadın. Hayvanın dikilmil kulaklarına eğiliyor, fısıltıyla konuşmaya başlamıştı.

“Ulu trezen, alu ulanen l’ linn Eléssar!” Fısıltıyla dudaklarından dökülen elfçe kelimeler sadık atta adeta şimşek etkisi yaratmış, şahlanarak sahibinin dediği yere, şelaleye koşmaya başlamıştı. Orelindé gözlerini bütün dikkatiyle karşısına odaklamış, sertçe yüzüne değen rüzgarın vücudunda, saçlarının arasında gezinmesine hoşuna gidiyordu. Son kez tadacağı havayı ciğerlerinde duymak, yaprakların rüzgarla buluşup birbirlerine vurarak çıkardıkları sesi, her doğa harikasını hissetmek istiyor, yeryüzünün bir parçası gibi yaşamını sürdürmeyi diliyordu. Atının nallarının taşlaşmış zeminle buluşup çıkardığı tok ve hırçın kulaklarında çınlayan tek ses olmuş, vücudunu ve yüzünü keşfe çıkan soğuk, sert rüzgar duyumsadığı tek şeydi sadece. Gece ve doğa birleşerek son kez güzel elfe itaat ediyor, önüne çıkan engelleri bir bir çekerek sağ salim getirmişti kızı istediği şelaleye. Şelaleyi henüz göremese bile kayalara vuran hırçın su sesleri yaklaşık beş altı metre kavuşacağını söylüyordu ölümüne. Atından iner inmez gördüğü manzara karşısında ağzı açık kalmış, ölüm gecesinin bu kadar güzel olacağını tahmin edememişti. Ay, ışıklarıyla yeryüzünde raks ediyor, yüksek çam ağaçlarının arasından ormana girmeye çalışıyordu. Yıldızlar da dolunaya eşlik ederek boy gösteriyor, parıltılarıyla yeni bir yaşam bahşediyorlardı adeta. Rüzgar estikçe suyu hareket ettiriyor, eşlik ediyordu doğanın dansına. Suda hafif çaplı oluşan küçük dalgalar hareket ettikçe dolunayın ışığı sallanıyor, ayın görüntüsü bulanıklaşıyordu. Rüzgârın girmediği, esmediği en ufak bir yer kalmıyor, sinsice kol geziyordu etrafta. Ağaç dallarının birbirine vurdukça çıkardıkları ses gecenin sesi olmuş, rengârenk bin bir çeşit çiçeklerin karışmış kokusu oksijenin yerini almış, yaşam kaynağı olmuştu. Gecenin her bir zerresiyle güçlenen onunla doğup hayat bulan elf kızı dolaşıyordu ay ışıklarının hücum etmeye çalıştığı ormanda. Gecenin siyahına yükselmek, aslında hiç var olmamış olmak, nefes alıp verdiği havaya almamak, ölümle buluşmak istiyordu sadece. Neden yaratılmış, neden ruhuna bu vücut lütfedilmişti bilmiyor, bilemiyordu. Yüz yıllardır yanında olduğu herkese acı ve felaketten başka bir şey getirmemiş, lanetli biri gibi salıyordu üstlerine kederi. Doğduğu gün annesinin ölümüne sebep olmuş, bunu öğrenen babası da hiç düşünmeden sevdiği kadına kavuşmak için öldürmüştü kendini. Melek görünümlü minik bir bebek daha doğar doğmaz kanını, canını taşıdığı iki kişiyi, anne ve babasını yok etmişti yeryüzünden. Teyzesinin yanında büyümeye başlamış, orada olgunlaşmış, kendini geliştirerek iyi bir kadın savaşçı olmayı başarmıştı. Teyzesi kendi çocuklarından bile daha çok sevmiş, sevgisini göstermişti Orelinde’ye. Lakin kuzenleriyle hiçbir zaman anlaşamamıştı. Onlarla gezip dolaşsa keşiflere çıksa da hareketleriyle, bakışlarıyla sanki bir çöplükmüşçesine bakıyorlardı. En küçük kuzenin kaçırılmasına ve bir daha bulunamamasını da Orelinde’nin suçu olarak görüyor, karanlığıyla, lanetiyle üzerlerine çöken kanlarını emmekten başka hiçbir işe yaramayan sefil biriydi artık.

Hızlı adımlarla sık ağaçların arasından geçiyor, gümbür gümbür akan şelalenin sesini duyabiliyor, oraya ulaşmaya çalışıyordu. Sahip olduğu bedenin, ruhun yaşamayı, nefes alıp vermeyi hak etmediğini düşünüyor, karmaşık düşüncelerle ilerlemeye devam ediyordu. Adımlarını daha da sıklaştırmış, koşar adım ilerlemeye devam ediyor, koştukça saçlarında, teninde rüzgarı hissedebiliyordu. Bugün son gündü elf kızı için. Rüzgârın cildine verdiği ferahlamayı, ay ışığının bembeyaz, saf ışığını, ağaçları, geceyi, burnuna çektiği karışmış çiçek ve ot kokularını son kez duyacak, yaşadığı anıları fırlatıp atacaktı… Bir kez daha çekti havayı burnuna. Önce orkidenin kokusunu duyabilmiş, papatya da takip etmişti ardından. Rüzgar şimdi hırçınlaşmayı bir kenara bırakmış, yavaş yavaş kol geziyordu etrafta. Dolunay ışığını daha da artırmış, şelaleyi daha çekici kılıyordu. Doğa sanki ay elfinin ölümü için kendini hazırlamış, güzel bir gece bahşetmişti. Ölmek için güzel bir geceydi… Şırıl şırıl akan şelalenin başına gelince durdu hemen. Masmavi gözlerini aşağılarda gezdiriyor, bedeninin kavuşacağı yere bakıyordu. Kayalara sertçe vurdukça yön değiştiren su, kulaklarını dolduran şelalenin sesi, çiçeklerle tatlı suyun karışmış kokusu son kez yaşayacağı şeyler olacaktı. Vücudunun her bir uvzu ölümün sıcak kollarıyla buluşmak için can atarken kalbi buna karşı çıkıyor, isyan edermişçesine yerinden çıkacak gibi atmaya devam ediyordu. Yıllardır hasretini çektiği Azrail ile buluşmaya, hakkettiği cehennemin ateşinde kavrulmaya gidiyordu. Duyguların hepsi elfi terk etmiş, bir tek acı ve üzüntü duruyordu yerinde bir an olsun yalnız bırakmadan. Asla tatmadığı bir duygunun özlemini de çekmiyordu. Mutluluk kadına yaşamı boyunca hiç olmadığı kadar uzak durmuş, acı bir an olsun peşini bırakmamıştı. Yaşamak, hiç olmadığı kadar günah geliyordu elfe. Vücudunu serbest bırakmıştı şelaleye. Aydan güç alan kolyesi aniden etrafı aydınlatmaya başlamış, ışığını saçıyordu. Son kez parıldayacağını anlayan kolyesi tadını çıkarıyordu anlaşılan. Hiç beklemediği bir anda güçlü kolların kendini sarmaladığını hissetmiş, uzaklaşıyordu uçurumun kenarından. Gözlerini açmak istese de açamıyor, ölümle buluşmasını engelleyenin kim olduğunu bilmek istiyor lakin göz kapakları buna izin vermiyordu. Birinin kolları arasında olduğunu, şelaleden uzaklaştırdığını uzaklaşan sesten anlayabiliyordu. Kendisini taşıyanı göremese bile erkeksi kokusundan güçlü kollarından erkek olduğunu biliyordu sadece. Adamın inip kalkan göğsünden, tenine değen nefesinden hızlı hızlı nefes alıp verdiğini hissedebiliyordu… Göz kapaklarıyla verdiği mücadeleyi sonunda kazanabilmiş, açabiliyordu gözlerini yavaş yavaş. Adamın yüz hatlarını seçemiyor, bulanık görüyordu. Flulaşan görüntü açılmaya, netleşmeye başlamış, keskin yüz hatlarına, endişeli bakışlarını kadının üzerinde tuttuğu kahverengi gözlere bakıyordu sadece. Hiçbir şey diyemiyor, adamın gözlerinin derinliklerine, içine dalıp gitmişti. Yatırılmış olduğu yerden doğrulmaya çalışırken genç adamın ellerini bir kez daha belinde hissetmiş, kalbi hemen buna karşılık vererek atmaya başlamıştı.

“Teşek… Teşekkür ederim.” Elf kızının zarif sesi boğazından güçlükle çıkabilmiş, boğazı yanmaya başlamıştı. Genç adam hemen matarasını çıkararak kadına vermiş, içmesini yardımcı oluyordu. Birine muhtaçmış gibi görünmek her şeyden önemlisi bunu hissetmek genç kadın için küçültücü bir şeydi. Kendi kendini yetiştirip hiç kimseye muhtaç düşmemiş ay elfinin şimdi tanımadığı bir adamın ilgisine ihtiyacı vardı. Genç adama bir kez daha bakıp konuşmasa bile başını hafifçe eğerek teşekkür ettiğini belli etmişti. Soğuk suyun boğazından aşağıya hızla inişi, acılarını söküp alıyordu sanki. Ölme isteği pusu kurmuş bir yılan gibi duruyordu halen yerinde. Adama, kendisini kurtardığı için kızmaya başlamıştı. Ölümle yaptığı mukaveleyi bir çırpıda bozup hiçbir şey demeden halen daha kadını incelemesi hoşuna gitmemişti. “Neden yaptınız bunu? Önemsiz, sefil bir ruhun yaşamaya hakkı yokken, cehennem ateşinde kavrulup her defasında acı çekmek layığıyken yaşam lütfetmek neden?” dedi matarayı verirken kadın. Sesi bu sefer daha dinç çıkmış lakin şimdi zarif sesinden merak ve acı hakimdi… Adamı incelemeye koyulmuştu birden. Genç görünmesine rağmen kahverengi gözleri yaşını ele veriyor, yaşadıklarını yansıtıyordu. Bakışlarında, mimiklerinde başka bir şeyler vardı adamın. Neler yaşadığını bilmiyordu belki lakin yaşadıklarının onu değiştirdiğini görebiliyordu. Yüzüne vuran ay ışığı tenindeki pürüzsüzlüğü, erkeksi hatları ortaya çıkarıyor, kadında dokunma isteği uyandırıyordu. Genç adam, elf kızının çok yakınında duruyor, kokusunu, nefes alıp verdikçe yüzüne çarpan nefesini hissedebiliyordu teninde.


Adamın gereksiz yardımının arkasında yatan gerçek nedeni merak ediyor, karşılığında kendisinden ne isteyeceğini bilmek istiyordu. Bu dünyadan öğrendiği acı gerçeklerden biri de hiçbir şeyin karşılıksız olmadığıydı. İyiliklerin bile bir gün muhakkak insanın yüzüne vurulup yeri geldiğinde karşılığının istendiğini görmüş, yaşamıştı. Ölümün soğuk kollarıyla buluşmaya can atan birini kurtarmak, ona yeniden hayat bahşetmenin getirisinin de büyük olacağını şimdiden görebiliyordu. Uçurumdan atlayıp ölebilseydi eğer neler olabileceğini hayal etmeye başladı. Şelalenin soğuk esintisinin teniyle buluştuğu andaki huzurla beraber buz gibi suyun içerisinde Azrail’i bekleyip onunla kavuştuğunu, ruhunun bedeninden ayrılıp kanlar içerisindeki bedenine bakışı ve yukarıya doğru süzüldüğünü hayal etmeye başladı. Aya, yıldızlara ve geceye gittikçe daha çok yaklaşıyor, yeryüzünde kalan her şey küçülmeye başlıyordu. Gökyüzünün katmanlarına maruz kaldıkça bitkinleşiyor, solup yok oluyordu sanki. Belli belirsiz gezegenler gözlerinin önünden bir bir geçiyor, görüş açısı gittikçe flulaşıyordu. Karanlığın dört bir yanını sardığını hissediyor, ruhunu çekiştiren şeyleri görmeye çalışıyor, gözlerini açtıkça karanlık daha da netleşiyordu. Neyi yapıp yapmadığını bilemiyor, ruhunun kendi kontrolünde olduğun da şüphe duymaya başlıyordu. Bacaklarının acıdığını hissetti önce. Acı hiç olmadığı kadar keskin ve sert bir şekilde yol almaya devam ediyor, gözeneklerinin her bir hücresini yakarak delip geçiyordu. Bütün bir vücuduna hakim olan acının kaynağını gözlerini açtığında fark edebilmişti. Bir alev topunun arasında sıkışıp kaldığını yeni yeni seçebiliyordu. Yanan teni küle çevrilmiyor, her defasında acısı daha da artarak etini, gözeneklerini kavuruyor, küle dönüşmek, yok olmak için haykırıyor, haykırışları anlamsızlaşarak yükseliyordu acı acı. Cehennemin özlemini çekerken, layığını bulmuşken buradan şimdi kaçıp gitmek istiyor, günahlarının bedelini tekrar tekrar yana yana çekiyordu. Bir kere de yanıp yok olabilmek mümkün olsaydı eğer küllerinden yeniden doğmayı deneyebilirdi. O zaman ruhu daha önceki bedenine sahip olmazdı belki de. Bedeni ölmüşken ruhunun canlı kalabilmesi tattırıyordu elfe bu acıyı. Hiç var olmamak istiyordu aslında. Bedeniyle beraber ruhunu da yok etmek, sonsuzluğun içinde kaybolmayı istiyordu. Kapattığı gözlerini aniden açmış, hayalinden uzaklaşarak olduğu yere gelivermişti. Sanki gerçekten cehennem ateşinde kavrulmuşçasına yanıyor, nefes almak için çırpınıyordu adeta. Az önce hissettikleri o kadar gerçekti ki kendi hayal ürünü olduğuna bile inanamıyordu. Bilinçaltında yatan istekleri şimdi korkularına dönüşmüş, bir bir cebelleşiyordu onlarla. Hala burada olabildiğine inanamıyor, çevreyi kolaçan ediyordu. Önünde duran adama odaklanmıştı önce. Endişeli bakışlarını kızın üstünde tutuyor, elf kızına sanki kırılacak narin bir varlıkmış gibi hissettiriyordu.

“ Böyle güzel bir bayana asla sefil bir ruh baş edilmez. Hele ki söz edilen kişi sizin gibi alımlı ve zeki bir kişiyse sözü dahi edilmemelidir. Sizi kurtardım çünkü sizde kendimi gördüm, hayattan duyduğunuz pişmanlık ve yorgunluk.” Adamın tok sesinden, sanki yeryüzünde duyduğu tek sesmiş gibi etkilenmiş, sözleri ruhunu okşamaktan çok utandırmıştı kadını. Değersiz birini yücelten bu sözlerin yersiz olduğunu düşünüyor, hak etmediği sıfatlara layık görülmek daha da alçaltıyordu. Genç adam bir anda kadına elini uzatmış, adamın sıcak ellerine kendi elini teslim etmişti. Elleri buluştuğu an güvende olduğunu hissetmişti. Bu küçük dokunuştan bile kimsenin ona zarar veremeyeceğini anlıyor, daha yeni tanıştığı birine güvenmeye başlıyordu. Tehlikeliydi aslında bu. Güven, bu kadar çabuk kazanabilen bir şey olmamalıydı. Çabucak elde edilen güven zamanla insanın kalbine kırar, kendinden nefret etmesine bile yol açabilirdi. Ayağa kalktığında adamla göz göze gelebilmiş, kahverengi gözlerine dalıp gitmişti. Bir çok duyguyu besleniyordu gözlerinde. Endişe hat safhada yer alıyordu. Merak onun gerisinde yer alırken çözemediği başka bir şeylerde vardı derinliklerde. Farklı bir bakış, farklı bir tat yer alıyordu. Dalgalı kısa saçlarının arasında, yüzünde bir gezintiye çıkmak, keşfetmek istiyordu adamı. İlk defa değişik duygularla bezenmişti dört bir yanı. “ Ormanda gezerken akıl almaz bir his beni buraya çekti ve sizinle karşılaştım. Güzelliğiniz karşısında büyülendiğim sırada şelaleyi kucaklamak istemeniz beni şaşkınlığa uğrattı ve buna izin veremezdim, hele ki asırlardır hissedemediğim bu paha biçilemez duyguyu yıllar sonra bulmuşken.” Genç adamın gözlerinde gördüğü değişik duyguyu, ağzından işitmek kadını bir hayli utandırmıştı aslında. Aşk nedir, sevgi nedir hayatı boyunca hiç tatmamıştı bile. Annesinden, babasından görmesi gerektiği sevgiyi bulamamış, onlarla hiç tanışmamıştı bile. Yaşamı boyunca hep teyzesi ve kuzenleri vardı. Güzel teyzesinden aldığı şefkatle gelebilmişti bugünleri. Elfi seven tek kişi hep teyzesi olmuş, geriye kalan dünyadaki bütün varlıklar nefret etmişti hep. Şimdi hayatını kurtardığı genç adam ise elf kızını değerli kılıyor, önemli hissettiriyordu. “Yanında duran güzel bayanın büyüsüne bürünmüş olan elfi bağışlayarak adınızı lütfetmenizi arzuluyorum Lady’im” Söylenenler kulaklarından uçup gitmiş, adama kapılıp gitmişti. Kısa, dalgalı saçlarıyla beyaz teni bir uyum içerisinde dans ediyorlardı adeta. Pürüzsüz yüzüne işlenmiş kahverengi gözleri, bin bir anlam barındırıyorlardı derinliklerinde. Görünüşü genç gözükse de en az bin yıllık bir yaşamın ardında saklı kala ruhunu keşfetmek, en ince ayrıntısına kadar onu tanımak istiyordu. Kadına farklı gelen bu değişik duygular korkutmaya, endişelendirmeye başlamıştı. Birine sonsuza kadar bağımlı olmayı köle olmaya benzetiyor, aciz birine dönüşmeyi asla kabul edemezdi. Şu zamana kadar kendi ayakları üzerinde durabilmiş, muhtaç duruma düşmeyerek yenilmemişti. Kendini geliştirmiş, iyi bir savaşçı olmayı başarabilmiş, doğayla bir olup geceyle doğmuştu yeniden. “Sözleriniz yeni tanıştığınız biri için oldukça cüretkar. Lakin bu cümleler beni tasvir etmiyor. Aksine biraz daha alçaltıyor sadece. Bu kadar güzel sözleri işitecek kadar harika değil ruhum. Günahlarım taşıyamayacağım kadar birikti omuzlarımda.” Kendi sözleri biraz daha rahatlatmıştı içini. Yıllarca bu sözlerle avuttuğu zihni, iltifatlara alışık olmayan ruhu adama karşı mahcup olmaya başlamıştı. Genç adamın, kendisini tanıdığı anda uzaklaşacağını, hatta kaçıp gitmek için bir daha geri dönmeyeceğini çok iyi biliyordu. Çevresindekilerde bunu yapmıyor muydu zaten? Hep uzaklaşmamışlar mıydı? Daha doğar doğmaz annesinin ölümünü getiren bir bebek, alnına katil damgası yemiş, babasını da annesinin yanına yolcu etmişti. Doğar doğmaz günah işlemişti katil bebek. Lanetli olarak görülmüş, bir tek teyzesi sahip çıkmıştı. Bir tek teyzesi ona değer veriyordu. “Merak edilecek bir sıfatım yok aslında. Sözlerinize yakışacak bir cismimde. Var olmak istemezken doğa kucağını açtı, yaşama sevincimin olduğunu düşünürken ölmek için can atıyormuşum meğer.” Vücuduna hakim olan karanlığın söylettiği kelimeler ağzından her çıktığında, iç güdüleri de destekliyordu bu sözleri. Öldüğünde cehenneminde tekrar tekrar yanacakken kimse onun için üzülmeyecek, ağlamayacaktı. Belki de yokluğunu bile fark etmeyeceklerdi. Nasılsa varlığı da yokluk gibi değil miydi? Yaşarken ölümü tadan ruhu, bedeninin de ölümü tatmasını istiyordu. Azrail’le buluşması bugün olmamıştı belki ama günler önünde dizilmiş, duruyorlardı. “Beni önemseyip kurtardığınız için teşekkür ederim. Fakat siz de beni tanıdıkça göreceksiniz günahlarla örtülmüş yüzümü. Bu arada adım Órelindë. Sıfatım, ismime layık olamadı asla. Her neyse yeterince benden bahsettik. Tanrı gibi ben de tesadüflere inanmam. Ve karşılaşmamızın şanstan ibaret olmadığı bariz. Adınızı bana lütfeder misiniz?” Gülümsemeye çalışsa da başarılı olamıyor, gülen yüzüne gözleri eşlik edemiyordu. Huzursuzluk ait olduğu yerde bir an bile ayrılmadan duruyor, hiç bırakmayacak gibi duruyordu.

Ölmek için yeterince cesaretli, cehennem ateşinde kavrulmak için yeterince korkaktı Orelinde. Yaşamak için yaratılsa da bunu hak etmediğine yürekten inanmıştı hep. Doğuştan yıpranmış ruhuna ırkların en zarifi bir elf bedeni layık görülerek bahşedilmemesi gereken bir mertebeye ulaşmış, bu acısını dindirmekten çok artırmıştı hep. Sevgi nedir hiçbirini tatmıştı daha. Birçok aşığın birbirlerinin gözlerinin içine baktığında gördüğü bakışları hiç yaşayamamıştı. Hayatında tatmadığı bir şeyi de özlememesi normaldi. Deliler gibi sevip birine bağlanmayı, bütün yaşamını ona adamayı ve aciz kalmayı istemiyordu genç kadın. Mantığını bıraktığı anda elinde hiçbir şeyi kalmaz, duygularıyla hareket eden ahmaktan başka biri olmazdı. Gerçi şimdi de çok fazla zeki olduğu söylenemezdi. Temiz oksijen ciğerlerinden içeriye her defasında girdikçe ölüme adım atmak zorlaşıyor, hayata da tutunamadıkça ortada kalıyordu. Ne ölü ne diriydi. Nefes alıyordu ama yaşamı doğru düzgün tatmıyor, gelgitlere sıkışıp acıdan başka bir şey hayal etmiyordu. Aklını kaçırmış olması ya da şizofren olması daha muhtemeldi. Kimi zaman olmadığı kişilere bürünerek bir başkasının hayatını yaşamayı düşlüyordu. Kendi yaşamında sürünüp gitmektense asla paylaşamayacağı birinin hayatını düşlemek hiç olmadığı kadar iyi geliyordu. Birden karşısındaki adama hiç olmadığı kadar nefret beslemeye başlamıştı. Özlemini çektiği ölümün kollarına atacakken kendini bir anda oradan zorla çekilmiş, yakıcı oksijeni ciğerlerine çekmeye başlamıştı. Şu anda ruhu uçsuz bucaksız yakıcı cehenneminde acı çekecekken gereksiz hayatını yaşayarak acı çekiyordu. Adamın erkeksi hatlarına yakıştırdığı sakalları ayrı bir hava katıyor, olduğundan daha büyük gösteriyordu. Omuzlarına kadar uzattığı saçları onu feminen kılmaktan çok olgunluk katmıştı. Elfi gördükçe nefreti bir anda küçük bir buz parçası gibi kırılıp gitmiş, sıcacık kalmıştı yüreği.

Genç adamın kahverengi gözlerine son kez baktığında hiç kimsede görmediği başka bir şeyler görmüştü. Daha önce hatta değer verdikleri bile ona böyle bakmıyordu. Tanışmaları henüz birkaç dakikadan ibaret olsa bile bu bakışlara henüz daha anlam yüklemek istemiyordu. “Asıl ben size teşekkür ederim, adınızı lütfettiğiniz için. Ayrıca büyük haksızlık ediyorsunuz kendinize Órelindë, adınızla güzelliğiniz birbirini tamamlayarak etkisi altına aldı beni lakin kendinizi bu kadar fazla aşağılamanız beni çok şaşırttı bir o kadar da merak içinde bıraktı. Neden bu kadar hor görüp, yorgunluğunuzu günahlarınıza bağlıyorsunuz? Ne yaptınız da bu kadar pişmansınız yaşmaktan? Neden bu kadar soyutluyorsunuz kendinizi hayattan?” Hiç beklemediği sorular bir anda yüzüne vurulmuştu. Huzursuzluk topraktan kadına doğru sinsice yükseliyor, yüreğinde birleşerek beynini yemeğe başlıyordu. Hayır, hayır her şeyi az önce tanıştığı bir yabancıya anlatacak kadar cüretkâr değildi. Tecrübeleri, genç kadına kendisinden başka kimseye güvenmemesini öğretmiş, öğretirken de yaşlı ruhunu parçalara ayırıp toplamasını beklemeden devam ediyordu acıtmaya. Elfin bakışlarını, nazik davranışını hiçbirini hak etmiyordu. Ölümsüz yaşamı boyunca da böyle bir muameleyi ilk defa görmek oldukça rahatsız ediciydi. “Önümüzde yatan uzun yıllar varken maziyi tekerrür etmenin ziyanını paylaşmak inanın istediğim en son şey” Adım adım kaçıyordu cevapsız sorulardan. Her kelimesinden uzaklaştıkça uzaklaşıyor lakin yine de unutamıyordu. Unutmaya çalışsa da zihninin bir köşesinde sinsi bir yılan gibi pusu kuruyor, genç kadının boş bir anında bütün aklını kaplayarak gecenin zindanını yaşıyordu. Masallarda anlatılan Gecenin Tanrıçası’na yıllardır yalvarıp yakarsa da kendini yerden yere vursa da karşılık alamamış, yine kendi kendine karşılıksız dualarının fısıltılarıyla yapayalnız kalakalmıştı. İnançsızdı. Gökyüzünün arta kalanlarında birilerini var olduğunu, başlangıcı ve sonu olmayan yüce ilahın evrene şekil verdiğine inanmıyordu. Acı çekebiliyorsa, yaşarken yanabiliyorsa Tanrı veya bir ilah yoktu. Eğer varsa neden buradaydı? Neden acıları, yanışı olabiliyordu?

“Sormak istediğim tek bir soru var size.” İliklerini kemiren, damarlarında kanı silip süpüren tek bir soru vardı düşüncelerinde. Elini boynundaki kolyede gezdirmeye başlamış, Akşam Yıldızı’ndan güç almaya başlıyordu. Hafif hafif titreşen ışığı kadının ruh halini yansıtırmış gibi soluk soluk beyaz ışık saçıyordu. Her an sönmeye hazırdı tıpkı elf kızın her an ölümle yüzleşmesi gibi. “Kaderime boyun eğmeyerek ölecekken neden çekip aldınız beni? Şu anda nefes almak bile acı veriyor bana!” İstemeyerekte olsa son sözlerinde epey hırçınlaşmış, adım adım geriye giderek uzaklaşıyordu adamdan. Daha cevabını bile duyamadan hızla koşmaya başlamış, sık ağaçların arasından geçiyordu. Neden koştuğunu bilemiyordu. Gür ağaçların arasından sızabilmiş ay ışığı ara ara gözüne giriyor, bacakları çalılara çiziliyordu. Adamı yanında istese de uzaklaşıyor, kendisiyle tezatlaşıyordu. Uzaktan bakıldığında şizofren başkası değildi. İçini bir tek genç kadın biliyordu ve ölene kadar da bu böyle devam edecekti.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Hephaistos
Ateş ve Demircilik Tanrısı
Ateş ve Demircilik Tanrısı
Hephaistos


Mesaj Sayısı : 61
Kayıt tarihi : 13/12/11

Curse of the Gods
Karakter Gücü:
Katherine Swynford Left_bar_bleue0/100Katherine Swynford Empty_bar_bleue  (0/100)
Uyarı Puanı:
Katherine Swynford Left_bar_bleue0/10Katherine Swynford Empty_bar_bleue  (0/10)

Katherine Swynford Empty
MesajKonu: Geri: Katherine Swynford   Katherine Swynford EmptySalı Şub. 07, 2012 6:08 pm

Rol play seviyeniz; 95.
Keyifli rol oyunları dilerim.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Katherine Swynford
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Curse of the Gods :: RPG Puan Belirleme-
Buraya geçin: